12 Şubat 2017 Pazar

KÜÇÜK PRENS ÖYKÜSÜNDEN DERS ÇIKARMAK İSTEYENLERE 11 MUAZZAM ALINTI




Küçük Prens'in başlı başına bir öğüt kitabı olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz öyle değil mi?O halde gelin hep birlikte bu öğütlerden pay çıkaralım kendimize ve bu öğütleri yaşamımıza uygulayalım ne dersiniz?7'den 77'ye herkes bilsin Küçük Prens'i,çocuklarımıza,torunlarımıza kadar ulaşsın bu biricik öğütler...Şuna inanıyorum ki bu dünyayı hassas yürekler kurtaracak,gelin bu hassas yüreklerde Küçük Prens çerağını yakalım.Bu bence en güzel devrim olacaktır...İşte ders çıkarılası o 11 alıntı ile Küçük Prens;


1.Yetişkinler sayılardan çok hoşlanır.Onlara yeni bir dostunuzdan söz ettiğinizde,size hiçbir zaman önemli şeyleri sormazlar.Hiçbir zaman,sesinin tonu nasıldır?Hangi oyunlardan hoşlanır?Kelebek koleksiyonu yapar mı?demezler.Size,Kaç yaşında?Kaç erkek kardeşi var?Kaç kilodur?Kaç para kazanıyor?diye sorarlar.Ancak o zaman,onu tanıdıklarını sanırlar.Eğer siz yetişkinlere"Pencerelerinde sardunyaları,damında güvercinleri olan,pembe tuğladan güzel bir ev gördüm..."derseniz,bu evi akıllarında canlandıramazlar.Onlara,"Yüz bin frank değerinde bir ev gördüm."demek gerekir.O zaman haykırırlar:"Aman,ne güzel ev!"



2."Bir gün,güneşin batışını kırk üç kez görmüştüm!"
Az sonra da şunları ekledin:
"Bilirsin...İnsan çok üzgünse,güneşin batışlarını çok sever..."
"Güneşin kırk üç kez battığı gün,çok üzgündün demek?"
Ama Küçük Prens bana yanıt vermedi.




3.Bir insan,milyonlarca yıldızın içinde yalnız bir tane olan bir çiçeği sevecek olursa,yıldızlara baktığında,mutlu olması için bu ona yeter.Kendi kendine,"Çiçeğim bir yerlerdedir..."diye düşünür.Ama koyun,çiçeği yerse,onun için,bütün yıldızlar sönmüş gibi olur!Bu da mı önemli değildir?



4.Kuşkusuz yetişkinler,inanmazlar size.Yeryüzünde çok fazla yer kapladıklarını düşünürler.Kendilerini boabab ağaçları kadar önemserler.Onlara hesap yapmalarını önerin bir kez.Rakamlara bayılır onlar,çok hoşlanırlar.Ama zamanınızı yitirmiş olursunuz bu işlemle.Bana güvenin.



5.Acaba yıldızlar,günün birinde herkes kendi yıldızını bulsun diye mi aydınlatılıyor?




6."İnsanlar nerede,insan biraz yalnız hissediyor çölde..."
"İnsanların arasında da yalnız kalır insan."dedi yılan.




7.Sen henüz benim gözümde,sana benzeyen yüz binlerce küçük çocuktan birisin yalnızca.Hem sana gereksinimim yok benim.Senin de bana gereksinimin yok.Ben senin gözünde,yüz binlerce tilkiden biriyim.Ama sen beni evcilleştirirsen,birbirimize gerekli oluruz.Benim için dünyada biricik olursun.Ben de senin için dünyada biricik olurum.




8."Örneğin,öğleden sonra saat dörtte gelirsen,saat üçten sonra mutlu olmaya başlarım.Saatler ilerledikçe,kendimi daha mutlu hissederim.Saat dört olunca,kımıldamaya başlar ve tasalanırım.Mutluluğun bedelini anlarım!Ama herhangi bir saatte gelirsen,yüreğimi hangi saatte hazırlayacağımı bilemem hiç.Tören gerek."



9.İnsan ancak yüreğiyle gerçeği görür.Göz hiçbir şeyin özünü göremez.




10.Çölü güzelleştiren şey,bir yerinde bir kuyunun gizlenmiş olmasıdır.




11.Geceleri gökyüzüne baktığın zaman,ben,bunlardan birinde güldüğüm için,sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek sana.Senin yıldızların,gülmeyi bilen yıldızlar olacak.

10 Şubat 2017 Cuma

CEMİL MERİÇ'İN DIŞ DÜNYAYA KAPALI,İÇ DÜNYAYA IŞIK SAÇAN GÖZLERİ

  
   Bir fikir işçisi Cemil Meriç,insanların kötülüklerinden dolayı kitaplara sığınmış,gözleri kapalı gönlü aydınlık bir fikir işçisi...
   Doğumu:12 Aralık 1916.Reyhanlı,Hatay
   1-7 yaş çocukluğu Antakya'da geçer.
   1923 senesinde Reyhanlı Rüştiyesi'nde okula başlar.
   1928'de Antakya'ya gider ve Antakya Sultanisi'nde ortaokula başlar.
   1933 senesi ise onun için bir düş kırıklığı olacaktır.Çalışkan bir öğrenci olmasına rağmen cebirden ikmale yani bütünlemeye kalmıştır.Sebebi ise gözlerinin zayıf olması ve tahtayı iyi görememesidir.Daha sonra gözlerinin 6 derece miyop olduğu anlaşılır.
   Daha sonra Hatay Lisesi'ni bitirir ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü kazanır.
   Öğrenimini tamamlayamadan tekrar Hatay'a dönen Meriç,bir süre ilkokul öğretmenliği ve tercüme kaleminde reis muavinliği yapar.Daha sonra da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı 
bölümünü bitirir.
   Elazığ Lisesi'nde iki yıl Fransızca öğretmenliği yapar.
   1943 'te Elazığ Askeri Hastanesi'nce düzenlenen bir kurul raporuna göre,her iki gözündeki yüksek ve müterakki miyop askerlik yapmasına engeldir,askerlikten muaf tutulur.
   Gözlerinin hassasiyeti giderek artan Meriç,1955 senesinde o korkunç buhranı yaşayacak,gözleri artık bu dünyayı göremeyecek ve görme yetisini kaybedecektir...

   Bakın Meriç o sancılı zamanları nasıl anlatıyor:
    "...Tam istikbale kavuşacağımı umduğum anda gözlerimi kaybettim."(Jurnal,21.7.1965)
 
    "Bazen bir kuyuya benziyor hayat;kör,pis,zehirli bir kuyuya.Boğuluyorum,ölüme koşacak mecalim kalmıyor,kimseyi görmüyor gözüm.Sevdiklerim yabancılaşıyor.Kitaplar tuğla oluveriyor birden.Dostlarımın sesini tanımıyorum.Varlığım bir tele asılıyor.Bir kabus bu,bir hastalık.Gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm...İstediğini yapamamak,sakatlığımdan doğan bir aciz...Acıları dev aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var...Aczime tahammül edemiyorum...Bugün işimden kovulabilirim.Ve hiçbir iş yapamam.Bu,hayatımın perde arkasındaki ardı arkası kesilmeyen uğultu."(Jurnal,25.3.1963)
    Bu kainatın her ayrıntısını gözlemleyebileceği o mükemmel uzuv artık görevini yerine getiremiyordur.Aynı yıl,yaz ayları boyunca İstanbul Cerrahpaşa Hastanesi'nde yatar,birkaç başarısız göz ameliyatı geçirir,bir gözünde retina tabakası çatlamıştır,diğerine katarakt sonucu perde inmiştir.Ameliyata yurt dışında devam edilmesinin uygun olacağı sonucuna varılır.
Bu kez çareyi yurt dışındaki doktorlarda aramaya başlar Meriç.
  21 Ocak, Denizyolları'nın Tarsus vapuruyla tek başına İstanbul'dan Marsilya'ya ,oradan da trenle Paris'e gider.Fakülte tarafından 'tetkikatta bulunmak üzere'Avrupa'ya seyahate gönderiliyor kabul edilerek,yola çıkabilmişse de amaç Paris'te ünlü Kenzven Hastanesi'nde ameliyat olabilmektedir.Ocak sonuyla Temmuz ayı arasında birçok ameliyat geçirir,fakat gözdeki yüksek tansiyon ve kanama yüzünden son ameliyatlar yapılamaz,yurda dönmek mecburiyetinde kalır.Bir daha ameliyat olmayacak ve artık hayatının sonuna kadar göremeyecektir.
Gelin Paris macerasını onun ağzından dinleyelim:
  "20 Ocak 1955...Bir elinde bavul,bir elinde baston.Bavulunda acıları,korkuları,ümitsizlikleri,bavulunda mazisi.Ve tek desteği Mahmutpaşa'dan iki buçuk lira mukabilinde alınan baston.Bir adam,bir vapurun ambar merdivenlerinden inmektedir.'Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan',gemi meçhule değil,belde-i nura gidiyor.Sonra rüyaya benzeyen günler.Manasız ve manalı.Çirkin ve korkunç.Sonra bilmem kaç ay Paris.Kenzven geceleri.Kenzven'de her gün gecedir.Istırabı nükte ile yenmeye çalışan bir aciz.Paris,okuduğum romanların en tatsızı,en namussuzu,en kahpesi."(Jurnal,2.1.1970)

  Yaşadıkları ona çok ağır gelmiştir.Bu sebepten dolayı bir süre bunalıma giren Meriç,çevresindekilerin yardımıyla yeniden  okuyup yazmaya başlar.Aslında Cemil Meriç'in asıl vurucu ve inanılmaz tarafı şu ki,en üretken çağı görme yetisini kaybettikten sonra başlar.İlk başlarda Avrupa'yı inceleyen ve sosyalizmi savunan Meriç,Hint Edebiyatı ile karşılaşır ve yavaş yavaş yüzünü Doğu'ya çevirmeye başlar.Doğu medeniyetlerine karşı olan eleştirileri yıkmaya çalışır.
   Tarihten sosyolojiye,felsefeden edebiyata kadar çok geniş bir alanı kucaklayan eserlerinde Batı ve Şark kültürünü çok iyi analiz etmiş bir aydın olarak özgün düşünceleriyle dikkat çekmiştir.

   13 Haziran 1987'de hayata 'gerçek' manada gözlerini yummuştur.Yaşarken yumduğu gözleri ise ilk başlarda onu bunalımlara sokmuş olsa da o zaman dilimlerinde kendini daha çok çalışmaya vermesi,ve ideolojisinin değişmesi açısından ona büyük bir katkı sağlamıştır.Azmin ve çalışkanlığın illa ki elle tutulabilir şeylerle olmayacağının,insanın isterse büyük şeyler başarabileğinin bir kanıtı Cemil Meriç...İyi ki geçmiş bu dünyadan...



7 Şubat 2017 Salı

KUŞLARIN İLHAM VERDİĞİ ŞİİRLER


  Şüphesiz bir çoğumuzun,şiir deyince aklına göklerin o müthiş sakinleri olan kuşlar geliyor.O narin varlıkların göklerde süzülüşü gönlümüzde derin  duygular doğuruyor,düşüncelerimiz göğün o zarif sakinleri sayesinde aydınlanıp,yüreklerimiz kabarıyor.Bu sebepten dolayı şairlerimiz kuşlardan ilham alıp,sayısız  kuşlu şiir sığdırmışlardır diğer şiirlerinin arasına...İşte kuşlardan ilham alan şairlerimizin şiirlerinden birkaç alıntı;

   1.Kanadı kırık kuş merhamet ister
     Ah,senin yüzünden kana batacak
     Mona Roza,siyah güller ak güller


     Sezai Karakoç/Mona Roza



2.Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilan
Kuşlar mıdır,onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler

Ahmet Haşim/Bir Günün Sonunda Arzu


3.Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
Niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
Niye kimseler izin vermez yollarına kuş konmasına
Öyle güzelsin ki,kuş koysunlar yoluna,bir çocuk demiş.

Nilgün Marmara/Kuş Koysunlar Yoluna


4.Kuşlara takılıp gidiyor aklım
Her gün kaçıyorum
Yoksa gülüşün.

Abdurrahman Cahit Zarifoğlu/Ve Tek Kare Bir Film


5.Yüreğinden beyaz kuşlar uçardı yüreğime.

Haydar Ergülen/Söylence


6.Samimi olmak en güzel keramettir,bırakın uçmak kuşlara münhasır olsun.

Ah Muhsin Ünlü


7.Ah,beni vursalar bir kuş yerine!

Sezai Karakoç/Mona Roza


8.Bir yastık arıyorum kuş seslerinden,mühim değil sonrası...

İbrahim Tenekeci/Ulu Orta

5 Şubat 2017 Pazar

OKUMAK İPTİLADIR



   Okumak...Genel anlamına bakıldığında;yazıya geçirilmiş bir metni harfleri tanıyarak ve sessizce,gözle çözümleyerek anlamak ya da aynı zamanda seslere çevirmek.Bu bizim okumayı anlamamıza yetecek bir tanım mıydı sizce?Okumak his işiydi,ruh işiydi.


Önümüze dizdiler bir sürü kitap ve o kitapları okuyup anlamamızı beklediler bizlerden.Bir sürü can sıkıcı tanımlar,yaşımızın üst seviyesinde cümleler.Tuttular bir de bu okuduklarımızdan öğrendiklerimizle bizi sınavlarda sınamaya.Başarısız olunca da bunun sebebi bizmişiz gibi yüzümüze çarptılar kitapların keskin uçlu sayfalarını.Yüzümüz yara aldı ama en çok da yüreğimiz yaralandı ve bir nesli böyle soğuttular okumaktan...Benim ruhum hissetmiyorsa bu okuduklarımı,bunları ezberlesem ne olurdu,geriye bir sürü çöp yığını.Sonra da vay efendim neden bu ülkenin okur oranı düşük diye veryansınlar.Böyle böyle bir nesil okumaktan korktu.Oysa dinimin ilk emriydi oku(ikra),oysa ruhun kendini dinlendirme,arıtma yeriydi her sayfa,oysa dünyayı yöneten kalem,mürekkep ve kağıttı.Yaradanın emrettiğini elimizle bir kenara atıyorduk.

Kitabın ruhundan anlamayanlar ise bu kez sardılar kitapseverlere.Nasıl kitap okuyabiliyorsun,ben hemen sıkılıyorum,kendimi veremiyorum,ona zaman ayıramıyorum(!),sen nasıl zaman bulabiliyorsun,gibi bir sürü sorular.Vakit var da o vakti ayarlayacak güç kalmamış milletimde.Zarifoğlu diyor ya:"Düşünün bakalım,televizyon karşısında muhallebi gibi gevşemiş müslümanda değil cihat etmek,acaba kalkıp bir farzı ifa edecek kuvvet ve istek kalmış mıdır?" Ne de yerinde bir tespit değil mi?Ya da bu insanlar okul hayatlarındaki dayatmalardan,zorla kitap okutma,okumazsa notundan kırma gibi vakalardan  dolayı bir türlü sevememişler okumayı.Oysa okumak iptila,bir tiryakilik adeta,o diyardan bu diyara...Her okuyuş bir kademe daha ilerletiyor,her okuyuş biraz daha yaklaştırıyor hakikatlere.

Bir kitabın bir sayfasında hatta bir cümlesinde kesişiyor yüreklerimiz,o cümleyi okurken herkes gönlünden aynı şeyi geçiriyor.Aynı yerde ağlıyor,aynı yerde gülüyoruz ve kitap okumayıp dışarıdan bizi seyredenler deli olduğumuzu düşünüyorlar.Varsın düşünsünler,bu delilikse eğer, deliyiz diye haykırırız göklere...Velhasıl-ı kelam istiyorum ki bu müptelalılık her gönlü sarsın,birleşelim gönüllerde,hoş bakalım.Çünkü bir bakıma hoş bakmayı da öğretir kitaplar bize.Bu yüzden dostlar;OKUMAK İPTİLADIR,MÜPTELALARA SELAM OLSUN!

4 Şubat 2017 Cumartesi

KUDÜS ANADIR!


    "Gel
 Anne ol
 Çünkü anne
 Bir çocuktan bir Kudüs yapar"

   Ne demektir bir annenin bir çocuktan bir Kudüs yapması,bir anne bir çocuktan nasıl Kudüs yapabilir ki diye düşünenler vardır elbet aranızda.Şiiri anlamak için önce şairin anlaşılması gerektiğini düşünerek önce gelin bu mısraların sahibini tanıyalım.





  Nuri Pakdil.1934 Maraş doğumlu.Maraş Lisesi,İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu.Mesleğinin yanında,deneme,eleştiri,şiir ve oyunlar yazdı.Fransızcadan çeviriler yaptı.Bir grup arkadaşıyla Edebiyat Dergisini çıkardı.Burada yayımladığı denemeleri,oyunları ve eleştirileri ile tanındı.Şiirlerinde realistik düşünceleri benimseyen Pakdil,özellikle Kudüs üzerinde çok durmuş,Kudüs'ü bir anneye benzetmiştir.Onun gönlünde bu Kudüs çerağını  yakan ise elbette annesi olacaktır.İslam dininde kutsal sayılan bu topraklar ne yazık ki çok işgal görmüş,iki defa yok edilmiş,23 defa işgal edilmiş,52 defa saldırıya uğramış ve 44 defa ele geçirilip tekrar kurtarılmıştır.Haçlılar,Yahudiler ve Müslümanlar arasında savaşlara sebep olmuş,Yahudilerce,onların kutsal mekanı olarak gösterilmiştir.Fakat Kudüs İslam'a ilk yönelişin adıdır.İlk secde edilen yer,ilk kıbledir orası.Edilen kavgalar,çıkan savaşlar yüzünden Kudüs,Pakdil'in gönlünde bir acıdır.Bakın Nuri Pakdil'in Kudüs'ü ana yapmasının sebebine...
"Bir gün anam radyoda,müslümanların Kudüs'e alınmadığını dinlemiş.Kalkmış,iki rekat namaz kılayım,gözü yaşlı Kudüs için dua edeyim demiş.Sonra tam secdedeyken bir hal gelmiş.KUDÜS ANADIR..KUDÜS ANADIR...diye bir ses işitmiş,sonra korkmuş tabii,gitmiş hemen Mehmet Efendi Hazretlerine anlatmış.Mehmet Efendi Hazretleri,doğrudur,demiş,KUDÜS ANADIR,göklerin övüncüdür Kudüs.Anne sevgisi her türlü sevginin üstünde gelir,her tecrübeyi şekillendirir.Onun kokusu ve varlığıyla can bulur her insan...O,erkekten üst bir makamdır.O yüzden de Kudüs anadır,en önde o gelir,demiş.İşte bu yüzden de benim anacığım,benim annem Kudüs'tür derdi.Bana da sadece kendisinden başka,Kudüs'e ana dememe izin verirdi.Kudüs'ün ve Filistin'in acısını sadece analar yakinen anlayabilir..."
İşte şimdi bu dizeler asıl anlamını kavrıyor,işte şimdi onun şiirleri,şiirden şuura geçiriyor insanı.

  Kudüs şairi diye de anılan Pakdil,81 yaşında Kudüs'te Mescid-i Aksa'da cuma namazı kılmış,yıllardır gönlünde yanan ateşe su serpmiştir.Zira alnını koyduğu secde ana sıcaklığında onu karşılamış,kokusu ana kokusu gibi sımsıcak ve içten bir şekilde onu sarmıştır.


  Şair elbette sevda duyduğu Kudüs ve anaya dair bir şiir kitabı da çıkarmıştır.Sevgili annesi Hatice Vecihe Pakdil'in ölümsüz hatıralarına adadığı kitabının her sahifesi bir hakikat damlası...Okudukça o damlalar yüreğe serpiliyor,gönül ferahlığı veriyor adeta...İşte 'Annneler ve Kudüsler şiiri'nin en sevdiğim yerlerinden bir kaç alıntı:


"Tur Dağı'nı yaşa
 Ki bilesin nerde Kudüs
 Ben Kudüs'ü kol saati gibi taşıyorum

 Ayarlanmadan Kudüs'e
 Boşuna vakit geçirirsin
 Buz tutar
 Gözün görmez olur

 Gel
 Anne ol
 Çünkü anne
 Bir çocuktan bir Kudüs yapar

 Adam baba olunca
 İçinde bir Kudüs canlanır

 Yürü kardeşim
 Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin"

 İşte Kudüs'ün gücü...Bu kutsallığın yansıması,Pakdil'i Pakdil yapan...Anaların gücü bir şehrin gücüne böylesine eş,çünkü bizim şehir üs öbür şehirlere...

31 Ocak 2017 Salı

KOPAR GONCALARI HENÜZ VAKİT VARKEN BUGÜN



   Ölü Ozanlar Derneği filmini izlemeyen var mı?İzlemediyseniz en kısa zamanda izleyin ve bir filmin hayatınızı nasıl değiştirebileceğine şahit olun.
   Film,1989 yapımı Peter Weir'in yönetmenliğini yaptığı ve aslında Nancy H.Kleinbaum'un aynı adlı kitabından beyaz perdeye uyarlanan bir yapıttır.En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü'nü alması da kaçınılmaz olmuştur.Gelelim filmin asıl vurucu ve ilgi çekici noktalarına;
   Welton Akademisi katı disiplin kurallarıyla eğitim yapan bir okuldur.Öğrenciler disiplinli ve sert öğretmenler görmeye alışmışken hayatlarında çok değişik bir olay meydana gelir.John Keating adında idealist ve dersi yaşayarak öğretmeyi bir hayat felsefesi haline getirmiş bir öğretmen gelir okula.Edebiyat ve sanatı daha önce öğretilmeyen bir şekilde öğrencilere sunar ve ezbere dayalı öğretimi yıkmaya çalışır.Ders kitaplarındaki abartılı ve can sıkıcı anlatımları bir kenara koyarak hayatın içinden kesitler sunmaya çalışır.
  Öğrencilerin hayata farklı bir bakış açısıyla bakmasını sağlamak amacıyla bir gün sınıfa gelip masanın üzerine çıkar.İlk başta öğrenciler neye uğradıklarını şaşırmış bir vaziyette Keating'e bakarlar.Sonra bütün öğrencileri sırayla kendi masasının üzerine çıkartır ve şöyle der:
  "Hayata sadece kendi bakış açınızdan bakmayın.Eğer tepeden bakarsanız sizden farklı olan insanların hayatlarına da dokunabilirsiniz." İşte bu söz o öğrenciler de dahil olmak üzere beni o kadar etkiledi ki benim de eğitim sistemini sorgulamama sebep oldu.Keşke böyle öğretmenlerin sayısı çoğalsa,keşke hayatımızla eğitimimizi bağdaştırabilsek dedim içimden...

   Bir başka dersinde ise Keating bir öğrencisinden kitaptaki bir şiiri okumasını ister.Şiir aynen şöyledir:
"Kopar goncaları henüz vakit varken bugün,
 Anlamazsın zaman nasıl kanatlanır,uçar gider
 O gonca sana gülücükler saçarken bugün,
 Gelince yarın,sararır solar,boynunu büker..."
   Bu şiir ne anlatır diye sorar öğrencilere.Aslında şiirin ne anlattığı gayet ortadadır.Latince adıyla bu düşünceye "Carpe Diem" denir,yani anı yaşa,vakit varken,henüz imkan da varken yapacaklarını erteleme...Bu,şu demek değil;geçmişi unut,geleceği planlama,nasıl rastgeliyorsa öyle yaşa...Asla bu demek değil.Buradaki ince çizgiye dikkat etmeliyiz.Çünkü bu hayatta her şeyi erteliyoruz.Yarın yaparız diyoruz,yarın geliyor ertesi güne devrediyoruz.Ya da geçmişle boğuşurken şu anı unutuyor ve yaşadığımız anın tadını ve keyfini çıkaramıyoruz.İşte bunun için ;KOPAR GONCALARI HENÜZ VAKİT VARKEN BUGÜN

   Fakat Keating'in bu tutumu okul idaresini rahatsız etmeye başlamıştır ve idare Keating'i okuldan uzaklaştırma kararı almıştır.Hocalarının okuldan gitmesine tepki gösteren ve çok üzülen öğrenciler ise son sahnede izleyenleri derin hüzne boğar.Keating'in onlara öğrettiği gibi ,öğrencilerin hepsi hocaları sınıftan çıkarken teker teker sıraların üzerine çıkıp ona elveda derler ve bu şekilde okul idaresine farklı bir bakış açısında olduklarını öğretmiş olurlar.

Son olarak,filmi kesinlikle izlemenizi tavsiye ederken,istiyorum ki biz de hayata farklı açılardan bakabilelim,biz bakarken,bakmayı da öğretelim.Hayal edelim,hayallerimizin gerçekleşmesinin imkansız olmadığını görelim,yalnızca isteyelim bu yeter...Keating gibi öğretmenlerin çoğalması ve öğrencilere umut ışığı olması ümidiyle...
 

26 Ocak 2017 Perşembe

KÜÇÜK PRENS'İN GEZEGENİ ASTEROİD B-612 ÜZERİNE


  Küçük Prens,1943 yılında Fransız yazar Antonie de Saint-Exupery tarafından yazılmış bir öykü kitabıdır.Dışından bakıldığında resimli bir çocuk kitabı gibi duran Küçük Prens,aslında büyüklerin okuması gereken,yetişkinlerin bu hayatı çok yanlış anlayıp,hayatı sadece maddi yönden gören insanlar haline geldiğini anlatan ve okunanlardan ibret alındığında hayat felsefesi haline gelebilecek bir kitap.Şahsen benim açımdan öyle oldu.Kitabı ilk defa ilkokuldayken okumuştum.Bir küçük prens varmış,neredeyse boyu kadar bir gezegende yaşarmış.Günün birinde gezegeninden ayrılmış ve dünyaya düşmüş,burada pilot ile dost olmuş.Küçük bir çocuk olarak bundan daha fazlasını anlayamamıştım.Kitap,lise yıllarımda tekrar geçti elime.Bu kez okuduğumda bana bambaşka bir hayatın,bambaşka bir düşünce tarzının kapılarını araladı.Okuduklarım öyle sıradan şeyler değildi,bir çocuk kitabı hiç değildi,hayatın ta kendisiydi.
  EN İYİ YÜREĞİYLE GÖREBİLİR İNSAN,GÖZLER ASIL GÖRÜLMESİ GEREKENİ GÖREMEZ:Tilki'nin öğüdüydü bu,Küçük Prensime.Sanki o öğüt banaydı,sanki ben ayrılmıştım gezegenimden,sanki bendim gülünden ayrı düşen.Böyle böyle içime sindirdim hikayenin her köşesini ve bu hikaye benim hayat felsefem haline geldi.
   Biliyorsunuz ki hikayede bir pilotun uçağı arızalanıyor ve Sahra Çölü'nde mahsur kalıyor.Gerçekten de Saint-Exupery'nin uçağı 35 yaşındayken  arıza yapıyor ve Tunus'ta çöle zorunlu iniş yapmak zorunda kalıyor,kayboluyor.4 günlük zorlu çöl macerası ardından bir Bedevi tarafından bulunuyor.Bu bilgileri öğrendikten sonra bu hikayenin gerçek olma olasılığı bende arttı.Acaba Exupery 4 günlük çöl macerası sırasında gerçekten biriyle karşılaştı mı ve o 'biri' Exupery'yi gerçekten etkiledi mi?Sonra hikayenin son sayfalarına takılıyor gözüm:
 "Şu anda aradan elbette 6 yıl geçti.Bu öyküyü kimseye anlatmadım.Görüştüğüm arkadaşlarım beni canlı gördüklerine çok sevindiler.Çok üzgündüm aslında ama onlara,yorgunum ondan,diyordum."
  Sonra Küçük Prens'in gezegeni geliyor aklıma:Asteroid B-612
Yazar Asteroid B-612 gezegeninin 1919 yılında bir Türk gökbilimcisi tarafından teleskopla görüldüğünü,buluşunu Uluslararası Astronomi Kongresi'nde açıkladığını fakat kılığı yüzünden kimsenin ona inanmadığını söylüyor .Ardından bir Türk önderinin kılık kıyafet yasasını getirmesiyle bu gökbilimci 1920 yılında,bu kez şık giysiler içinde sunumunu yapınca bu kez herkes ona inanıyor.(Burada bir parantez açalım:Kılık kıyafet yasası 1934'te ilan edildi fakat yazar 1920 yılında gökbilimcinin sunumunu yaptığını söylüyor.Lider olarak kastettiği ise Atatürk olarak görünüyor fakat bu sadece bir kurgu da olabilir.) Bu kez başladım Asteroid B-612 diye bir gezegenin gerçekten var olup olmadığını araştırmaya.Bir yanım evet bu gezegen var ve evet burada yaşıyor Küçük Prens diyor,diğer yanım ise çok saçma düşünceler içinde olduğumu söylüyor.Evet bugüne kadar bir çok asteroid keşfedilmiş fakat hiç birinin adı da B-612 değil...Sonra bir gün bir bilgiye denk geldim.1993 yılında 2 kilometre çapında bir asteroid,Japon amatör gökbilimciler Kin Endate ve Kazuro Watanebe tarafından Japonya'daki Kitami Gözlemevi'nde keşfediliyor.Küçük Prens'in yaşadığı gezegenin adı bu gezegene veriliyor.46610 sayılı bu gezegenin ise asıl büyüsü şu ki;46610 sayısı bilgisayarcıların sıkça kullandığı 16'lık sayı sisteminde B-612'ye denk geliyor.
Bu bilgiyi öğrendikten sonra içime su serpiliyor sanki.Tamam gerçekten bu gezegen var mı bilemeyiz fakat en azından bu gezegenin ismini taşıyan bir gezegen olduğunu biliyoruz artık.Ve yukarılarda bir yerlerden bizi izliyor,bize ışık saçıyor, Küçük Prens'in masumiyetini bize aksediyor ve şu sözlerini hatırlatarak içimize su serpiyor:
"Geceleri gökyüzüne baktığın zaman,ben bunlardan birinde oturduğum için,bunlardan birinde güldüğüm için,sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek sana"
Bu yazıyı okuduktan sonra yukarı bak sevgili okuyucum,bak ve aklınla değil,yüreğinle hisset...

24 Ocak 2017 Salı

BİR KARAKTER ANALİZİ:ZARİFOĞLU




"Seçkin bir kimse değilim
 İsmimin baş harfleri acz tutuyor
 Bağışlamanı dilerim"


  Bu satırları yazan samimiyetin kokusu ta ciğerime kadar işliyor doğrusu.Hakk'a öyle güzel teslim oluyor ve bunu şiire öyle güzel aksediyor ki Zarifoğlu,her şiirinde ayrı bir teslimiyet hissediyorum.Peki kimdir Abdurrahman Cahit Zarifoğlu?
 1940'da Ankara'da doğdu.Fakat babasının hakim olmasından dolayı bir çok yerde ikamet eden Zarifoğlu,Siverek'te başladığı ilkokulu,Maraş ve Ankara'da bitirmiştir.Aslen Maraşlıdır.
 Edebiyata lise yıllarında şiir ve kompozisyonlar yazarak başlamış,Rasim Özdenören,Erdem Bayezıt,Alaeddin Özdenören ile aynı sıralarda okumuşlardır.Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatını bitirmiştir.Öğrenciliği sırasında muhtelif gazetelerde sayfa sekreteri olarak çalışmıştır.Üstad Sezai Karakoç'un yayımladığı Edebiyat dergisinde yazmış,1976'dan sonra ise Mavera dergisinde şiirlerini,hikayelerini,senaryo çalışmalarını ve günlüklerini yayımlamıştır.
Gelelim benim Zarifoğlu'nu tanıma ve sevme hikayeme.Lise son sınıf öğrencisiyim ve üniversiteye hazırlanıyorum.Trt 1'de yeni bir dizi başlamış:Yedi Güzel Adam.Bu yedi güzel adamın kim olduğu konusunda hiçbir fikrim yok,hiçbirini tanımıyorum fakat bana bir o kadar da yakınlar.Şiirler ruhuma işliyor,edilen her kelam bana tanıdık sanki ezel meclisinden.Böyle böyle sevmeye başladım bu güzel adamları,en çok da zarif olanını.Aradan neredeyse 4 yıl geçmiş ve ben onları her geçen gün daha çok seviyor,daha çok saygı duyuyor,şiirlerini zihnimde işliyorum.
Şimdi Yedi Güzel Adam dizisinden Cahit ve Zehra(sevdiği kız)arasında geçen bir konuşmayı aktarmak istiyorum sizlere:
KIZLARA DEĞİL,BUZLARA YAZIYORUM
-Biraz yürüyelim mi?
-Sen de şiir yazıyorsun değil mi?Sen hangi kıza şiir yazıyorsun?
-Ben kızlara değil,buzlara yazıyorum.
-Nasıl yani?
-Ben buz dağının şiirlerini yazıyorum.
-Buz dağının mı?
-Evet,herkes buz dağının görünen kısmının şiirlerini yazar ya,ben görünmeyen kısmının şiirlerini yazmaya çalışıyorum.
İşte zarif adam,işte zarif şair,soyadını sonuna kadar hak eden,baş harflerinin acziyetini yüreklerde titrettiren bir şair.Daha ne söylenebilir ki...
Bir Zarifoğlu şiiriyle sizlere veda ederken,ilk yazımı da böylece sona erdirmiş oluyorum.Bir hatam olduysa affola,şiirle kalın...

"Bu insanlar dev midir
Yatak görmemiş gövde midir

Bir yara açar boyunlarında
Kolkola durup bağırdıklarında

-Yar kurbanın olam
Dağlar önüme durmuş
Ki dağlanam"