10 Haziran 2020 Çarşamba

KELEBEĞİN KANATLARINDAKİ ÖMÜR: MUZAFFER TAYYİP USLU

          KİMDİR MUZAFFER TAYYİP USLU?

       1922 yılında doğup, 1946 yılında gözlerini yaşama kapatan, yaşadığı kısacık 24 yılda büyük işler yapan bir şairdir o... Babası polis olduğu için çocukluğu Anadolu’nun değişik yerlerinde geçmiştir.
   Zonguldak Çelikel Lisesinde okurken hayatına önemli bir isim girer: Behçet Necatigil. Edebiyat öğretmenliği yapan Necatigil'in Muzaffer Tayyip Uslu'nun şairaneliğine katkısı büyük olacaktır şüphesiz. 
  Uslu,liseden sonra girdiği İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü yoksulluk nedeniyle bitirememiş ve Zonguldak’a dönerek burada memur olarak çalışmaya başlamıştır. Ancak şair arkadaşı Rüştü Onur gibi o da zatürreye yakalanmış ve hastalığı bakımsızlıktan dolayı vereme dönmüştür. Arkadaşı Rüştü Onur, Heybeliada Senatoryumu'nda tedavi görme şansını yakalasa da Muzaffer Tayyip Uslu ilgisizlikten genç yaşta hayatını kaybetmiştir.
     Şiirleri, Zonguldak Halkevi’nin çıkardığı Kara Elmas adlı yerel sanat dergisi ile Varlık dergisinde yayımlanmıştır. Ömrünün son altı yılını verimli olarak geçirdiği için uzun yaşayamayacağını seziyordu. Bu yüzden şiirlerini alelacele bir kitapta topladı, 1945 yılında Şimdilik adlı tek kitabını yayımladı.
Kelebek ömrüne hangi aşkları, dertleri kattığını da şüphesiz şiirlerinden anlıyoruz.

Aynalardan evvel bir güzele güzelliğini hatırlatmak isteyen, yağmurlu gecelerde elleri ceplerinde sokaklarda avare dolaşan, ölümü her an ensesinde hisseden, gurbette iken mektuplar bekleyen ama o mektupların gelmeyeceğini de bilen bir yürek Muzaffer Tayyip Uslu...Hadi gelin ölüm yıldönümünde onu şiirleriyle analım.


1.BİR SEVDA ŞİİRİ 


Sen eski bir sevda şiirisin..
Bir koku var sende,
Sıcak yaz akşamlarına mahsus..
Ellerinde mi,
Saçlarında mı,
Gözlerinde mi
Bilmem..
 
Bir koku var sende,
Sıcak yaz akşamlarına mahsus...


 2. ÖLDÜKTEN SONRA

Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan


3. GRAMER DERSİ

Sevmek'' bir kelimedir
``Sarı saçlı'' dersem bir kız için
Sıfat söylemiş olurum
``Ben sarı saçlı bir kız sevdim''
Bir cümledir. Sevda dolu bir cümle
Nokta koymalı, durmalı zira
Zira ``açlık'' da bir kelime
Cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi
Ah elbet dolaşırsa ölüm sık sık dilime
``Öleceğim, ölüyorum, öldüm''
Diyeceğim bir gün


4. ARZU

Bir güzele
Güzelliğini söylemek isterdim
Aynalardan evvel..


5. SENİ ANLAMAK


Seni anlamak için  Sen olmak gerekir  Seni anlıyorum  Çünkü yüreğindeki senim..   Beni korkutan şey  Ölüm değil,  Beni korkutan insanlar...

6.RÜŞTÜ'DEN GELEN MEKTUP


Önce bütün şairlere selam
Sonra şunu söylemek isterim
Ölüm hiçte güzel değil
Ne sabah var ne akşam

Sokakların ellerinden öperim
Bana yaşamasını öğretmişlerdi
Dost olsun düşman olsun
İnsanlara iyi günler dilerim

Söyle sarı saçlı daktiloya
Ben yokum artık
Vefasız dostlara hatırlat
Kimseye kalmaz o dünya

Nasıl unuturum güzeldi yaşamak
Fakat hakkı varmış Oktay'ın
"Hatıralar da dal istiyor
Kuşlar gibi konacak"

7. GURBET

 
Aşıksın işte
Ne diye saklarsın
Söylediğin şarkıdan belli
Sevdiğin kız
Seni sevmez
Üstelik..
 
Bir de gurbettesin
Mektup beklersin
Gelmez..

8. KUŞ MİSALİ

 
Derler ki insan oğlu
Uçan bir kuş misali
Bir bakarsın burda şimdi
Bir bakarsın öldü gitti..
 
Ve işte dünyamız
Ağacın kuşa,
Kuşun ağaca
Benziyen bir tarafı yok..
 
Ben de diyorum ki  
Muzaffer Tayyip adındaki insan
Güzel olan yaşadığımızdır
Bir gün öleceğimiz değil..
 
Belki diyorum kendi kendime
Belki de öldükten sonra
Mümkündür yaşamak.!

9. ŞAİR

     
Siz bakmayın bana
Ben şairim
Denizin üzerinde yürüyebilirim
Islık çalarak
Hatta ellerim cebimde
Bir de sıgara bulunsun
İsterseniz ağzımda...

8 Haziran 2020 Pazartesi

KARANTİNA SÜRESİNCE İZLEDİĞİM DİZİ VE FİLMLER


Uzun hem de çok uzun bir aradan sonra herkese merhaba :) 
Bir süre ara verdiğim blog yazılarıma devam etmek istediğime karar verdim. 
Malum aylardır evimizdeyiz. Bunca ay boyunca boş boş oturmadık öyle değil mi? :) HAYIR dediğinizi duyar gibiyim. Bana soracak olursanız, boşluğa düşüp paniğe kapıldığım zamanlarım olmadı değil ama elimden geldiğince kendimi motive etmeye ve bir şeylerle meşgul olmaya çalıştım. Sözü daha fazla uzatmadan esas konuya geliyorum. Tavsiye niteliği taşıyan dizi ve film önerilerim var.Bu süreçte en beğenerek izlediğim 2 film ve 1 belgesel ile geldim. Umarım okurken keyif alırsınız ve ardından da izlersiniz :) 


        1. TWELVE MONKEYS( ON İKİ MAYMUN )


Brad Pitt ve Bruce Willis'in başrollerini paylaştığı 1995 yapımı bu film,  insan türünün sona ermek üzere olduğu yakın bir gelecekte salgına sebep olan olayları araştırması için zamanda yolculuk yaparak geçmişe gönderilen James Cole (Bruce Willis)’un yaşadığı süreci konu alır.

 Yaklaşık 5 milyar kişinin ölümüne sebep olan bu salgının ilk olarak  nereden çıktığını tespit etmek isteyen bilim adamları 2035 yılından 1990 yılına bir adam yollarlar ve olaylar işte burada başlar. Brad Pitt'in bir akıl hastasını canlandırdığı rolü ise takdire şayandır.

 Tüm dünyayı etkisi altına alan bir virüs nasıl ve kimler tarafından yayıldı? Akıl hastası bir adamın bunda payı var mıydı? 12 Maymun örgütü nedir? Yoksa virüsü bu örgüt mü yaydı? İşte bu soruların yanıtını bulmak isterseniz derhal izleyin derim...


          2- WORLD WAR Z ( DÜNYA SAVAŞI Z )


Brad Pitt'in hem başrolünü hem de yapımcılığını üstlendiği Dünya Savaşı Z 2013 yapımı bir filmdir. İnsanlar ve zombiler arasında yaşanan sıra dışı bir savaşı konu alan bu film Max Brooks'un aynı isimli kitabından uyarlanmıştır.

 Birleşmiş Milletler'den emekli olan Gerry( Brad Pitt ) ve ailesi tv haberlerinden dünyayı saran bir salgının baş gösterdiğini öğrenirler. Virüsün nedenini ve tedavisini bulmak için Gerry görevine geri çağırılır. Virüsün nedenini bulmaya çalışan Gerry'nin zombilerle mücadelesini merak ediyor ve aksiyon seviyorsanız bu film tam size göre...


   3- HİSTORY 101 ( EĞLENCELİ TARİH DERSLERİ) 


Tarihe eğlenceli ve farklı bir bakış açısıyla bakmak için harika bir seçim diyebilirim. Tarihi ne kadar iyi biliyoruz? Bildiğimizi zannettiğimiz şeyler yoksa gerçek değil mi? Bazı olayların ardında yatan bambaşka sebepler var mı? Dünyanın gidişatı nereye? 



İşte her bölümünde kafamızda farklı sorular uyandıran bu belgeselin genel kesitleri:
 İlk bölümün konusu hazır yemekler...Gün geçtikçe üretici olmaktan çok tüketici olduğumuz, obezitenin önünü alamayışımız, hazır ve hızlı yemeklerin zararları...Oldukça eğlenceli ve öğretici bir bölüm sizi bekliyor.
 2. bölüm: Uzay Yarışı. Evreni keşfetmek için yapılan masraflı ve tehlikeli isteğin sebebi ne? Uzaya ilk kez roket atmaktaki amaç sadece merak mıydı? Yoksa siyasetin ve soğuk savaşın da buna etkisi var mıydı?
 3. Bölüm: Çin'in Yükselişi: 21. yy.da dünyanın ekonomik lideri olan Çin, bu zirveye ulaşmak için neler yaptı? Ucuz çin mallarının üretilme nedenleri nelerdi?

 4. Bölüm: Plastikler... İzlerken üzerinde en çok düşündüğüm ve üzüldüğüm bölüm bu diyebilirim. Dünya plastik üretiminin bedelini ağır ödüyor hem de  7.8 milyar ton atık ile...Doğaya yaptığımız bu haksızlığı doğa bizden almaya çalışır mı? Şüphesiz...
 5. Bölüm: Petrol. Orta Doğu'nun sahip olduğu en değerli şeylerden biri olan petrol büyük bir ekonomi kaynağı olmasının yanında büyük bir savaşın da mı kaynağı?
 6. Bölüm: Robotlar. Bir gün gelecek insanların yerini mi alacak dersiniz? Neden olmasın? Bakarsınız yakın bir gelecekte biz robotları değil, robotlar bizi yönetir...
 7. Bölüm: Feminizm. Kadınların haklarını güvence altına almak ve erkeklerle eşit statüde çalışmak için başlatmış olduğu bir hareket feminizm. Peki statüler eşitlendi mi yoksa alınacak daha çok mu yol var?
 8. Bölüm: Nükleer Enerji. Dünyadaki elektriğin büyük bir kısmı nükleer enerjiden sağlanıyor. Peki çevreye verdiği zarar ve patlamalar? Çernobil Faciasında yaşanan acı olaylar ? 
Üzerinde durup düşünülmesi gereken bu konulara sessiz mi kalıyoruz? Tarihi gerçekten biliyor muyuz?Olayların altında yatan sebepleri bilmenin vaktşi artık gelmedi mi ? Bu belgeseli izledikten sonra kafanızdaki soruların çözümünü bulacağınızı düşünüyorum.

KIZIL ELMA NEDİR?

     
                        
       Türkler,tarih boyunca savaşçı bir kimlik taşımışlar,milli iradeyi korumak ve yüceltmek için her türlü mücadeleyi vermişler ve korkmak bilmeden savaşmışlardır.Sonsuz bir cesaret,damarlarında gezinen yiğitlik onları hep yüce kılmıştır.Kanlarının son damlasını yurt için,millet için dökmeye hazır bulunmuşlardır.Alınlarından dökülen her ter damlası,bu milletin birleşip bir okyanus olmasını sağlayacak,akan her damla kan ise yüce bayrağımızın al rengine renk katacaktı.Türklerin yalnızca sonsuz bir cesareti değil aynı zamanda keskin bir zekası da vardı.Türk, cesaretinin yanında,bu zekasıyla zaferler kazanıp,uygarlıklar kurup,insanlık dünyasında en şerefli hizmeti taşımıştır. Peki neydi bu yiğitleri bu denli cesur ve yenilmez kılan?Hangi hedefti onları yollarından bu denli saptırmayacak olan?Bu soruya verilecek en doğru cevap ise elbette, "Kızıl Elma" mefkuresinden başka bir şey olmayacaktır.





      Türk cihan hakimiyeti idealinin sembolü olan Kızıl Elma simgesi,üzerinde düşünüldükçe uzaklaşılan ancak uzaklaşıldığı oranda cazibesi artan bir ülküdür.Bu ülkü,mazlumun yüreğindeki umut,zalimin kalbinde gittikçe büyüyen bir korkudur.Bir dava vardır ortada...Büyük davalar büyük mücadeleler ister.Çile,sabır ve kararlılık ister.Çileyse ;çekmiştir aziz milletim sonuna kadar. Sabırsa ;göstermiştir Hz.Eyyub'un bunca zahmetlere karşı gösterdiği gibi...Kararlılıksa eğer ;benim gözü pek ecdadım,bir an bile düşünmeden atmıştır kendini muharabenin orta yerine.Çünkü zihinleri hep bir mefkure ile ,"Kızıl Elma" ile dolup taşmış ve bu mefkure onları zirveye çıkarmıştır.

      Kızıl Elma imgesinin tam olarak nerede,hangi vakit ve nasıl ortaya çıktığı bilinmemekle birlikte,özellikle Osmanlı Dönemi'nde yeniçeriler tarafından benimsenen bir ideal olmuş ve onların savaşma azmini yüksek tutmak için kullanılmıştır.Aslında bu ideal,bize çok çeşitli yollardan geçmiştir.Bir zamanlar Ayasofya'da  1.Justinianus'un at üzerinde bronz bir heykeli  vardır. Prokopius, heykel hakkında şunları söylemektedir:

"Ve doğan güneşe bakar.Bu sırada da İranlıların üzerine yürür,sol elinde bir küre tutar.Bu kürenin üzerinde bir haç işareti vardır.Sağ elini doğan güneşe doğru uzatır,parmaklarını açarak o taraftaki barbarlara kendi topraklarında kalmalarını ve yaklaşmamalarını buyurur."

     Bir Arap yazara göre ise de heykeldeki figürün gergin ve avucu açık sağ eli İslam ülkelerini gösterirken,sol elinde bir küre vardır.Aradan yıllar geçer ve heykelin elindeki küre 1317'de yere düşer.Bu durum kilise babaları ve halk tarafından Bizans'ın sonunun geleceği şeklinde yorumlanır.1420'de küre bir kez daha düşer.1453'te Konstantinopolis'i fetheden Fatih Sultan Mehmet Han,bu heykeli yere indirir.Bu da şu demek olur ki;Justinianus'un küresinin yerini "Kızıl Elma" almıştır.Artık bu mefkure bizim milletimizi saracak ve güç bize geçecektir.Kızıl Elma artık,Allah'ın isminin duyurulacağı mekan,İslam'ın tebliğ edileceği zemin,adap edilecek yurt,imar edilecek toprak ve yeni fetihlere imkan sağlayacak bir azim duygusu haline gelecektir.Zaman geçtikçe yeniçeriler arasında bu ideal yaygınlaşır.Savaşma azmini bu düşünceden alırlar,bu düşünceden güç bulurlar  ve çıkacakları her fetih onlara bir ferahlık verir.Buna  örnek olarak Kanuni Sultan Süleyman ile yeniçeriler arasında geçen şu Kızıl Elma muhabbeti verilebilir:

   "Kanuni Sultan Süleyman  kışlaları ziyaret eder,askerlerin şerbetini içer,içtiği bardağı altın doldurup onlara armağan ederdi.Ayrılırken de askerlere 'Kızılelma'da görüşürüz' deyip onları okşar ve ideallerini canlandırırdı.Onlar da şu naraları atıp her daim yiğitliğe hazır olduklarını bildirirlerdi Kanuni'ye: 'Destiye kurşun atar,keçeye kılıç çalar,Kızılelma'ya dek gideriz! "

      Asker yalnız sefere gideceği,muharebeye gireceği zaman değil,hatta şımardığı,isyan ettiği vakitlerde bile bu narayı savuruyordu.Asker demek halk demekti,halk ise hakikati bilen,hakikati uygulayan demekti.Madem ki halk atıyordu bu naraları,halktan gelen ses,aslında Hakk'ın sesiydi.Bu sebepten dolayı Hakk'ın söylettiği sözdü Kızıl Elma...Orası kimi kaynaklara göre Roma olarak görünse de ne Roma,ne Çin,ne Hint,ne de Sint idi.Orası Hakk'ın Süleyman'ı götüreceği yer,Türk'ün vuslata erişeceği yerdi.

     Asırlar boyu varlığını sürdürmüş olan bu mefkure şimdilerde nerede?Nereye koymuş,nerede kaybetmişiz?Yoksa o hala var da izini mi süremiyoruz artık?Ulaşılmak istenen fakat varlığını bugün bulamadığımız bu yer hangi diyarda?Şair diyor ya:

 "Bir yer var biliyorum,
   Her şeyi söylemek mümkün.
   Epeyce yaklaşmışım
   Duyuyorum 
   Anlatamıyorum..." diye,işte Kızıl Elma tıpkı buna benziyor.Epeyce yaklaştığını hissediyorsun,oraya yaklaşmanın heyecanı ve mutluluğu sarıyor dört bir yanını.Hani vardın,varacaksın.Sonra o vardığın yerde senin derdini dert edinmiş insanlar karşılayacak seni.Türk milletindenim,İslam ümmetindenim diyen,hayat anlayışları,kültürleri,görgü ve ahlakları sana aynen uyan insanlar kaplayacak çevreni...İşte böyle bir yer varmış ve biz bu yeri kaybetmişiz.Bunu kaybetmek demek,geçmişini kaybetmek demektir zannımca.Geçmişin izleri silinmeye devam ederken bir yiğit çıksa meydana,Kızıl Elma'yı saklandığı yerden çıkarsa...Kızıl Elma'yı hangi toprağa gömdüğümüzü bulabilsek,gömülen elmanın kalıntılarını toprakta yeniden yeşertsek. Sonra onu gönlümüzle sulasak her gün bıkmadan.Gün geçtikçe filizlenmeye,köklerini tekrar toprağa salmaya başlasa ve o kökler tüm cihanı sarsa...Doğudan batıya,güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar tüm cihanı kaplasa ve en sonunda o kökler bizi birleştirse...Her karış toprakta aynı ümit yeşerse...İşte o zaman Türk'ün gücü tekrar meydana çıkacak,milletimin mazisi beyinlerimizde tekrar belirecektir.Sonra bir bakmışsın o köklerini salan ulu ağaç meyvesini de vermeye başlamış:Kızıl Elma!Bir elma ki ; al bayrağımın rengi gibi aziz...Bir elma ki;Türk milletini birbirine kenetleyip Turan ilini oluşturmuş.Bir araya geldiğin insanların hepsi aynı idealin peşinde...Burası,gönüllerin,fikirlerin ve Türklüğün birleşme noktası olmuş.Aynı çatı altında,aynı fikri paylaştığın insanlarla bir yola baş koymuşsun;işte bu en güzel devrimdir.

      Yukarıda tahayyül ettiklerim,Ziya Gökalp'ın da deyimiyle "Bir gün gerçek,fakat şimdilik masal" Gelelim bu masalı gerçeğe dönüştürebilecek olan yiğide,dahası bu yiğidi yönlendirecek gücü kendinde bulan varlığa,yani kadınlarımıza.Zannımca üstü tozlanmış bu ideali raftan kaldırıp Türk milletine tekrar sunacak olan mahlukat,kadınlardır."Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır.Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar.Belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar.Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır." Bu sözleri söyleyen bir İngiliz kadını bile Türk kadının şerefini ve mahiyetini anlamışken bizim üzerinde bir dakika bile düşünmeden Türk kadınını sahiplenmemiz ve korumamız gerekmektedir.Çünkü kadın hayatın tüm acısını çeken ,yaşamın yükünü sırtında taşıyan,bu dünyaya bir canlı getirmek için bin bir türlü zahmete giren,ömrünü çocuğunun yetişmesine adayan ve o çocuğun iyi terbiye ve eğitim görüp yükselmesine vesile olan,eşref-i mahlukat'ın azizesidir.Kadın aileyi oluşturan en temel parçadır ve bir aile ne kadar kuvvetli olursa,millet de o denli kuvvetli olacaktır.Dolayısıyla millet de kadının bir eseridir.Bu yüzden aileden başlayarak millete kadar gelen ve milleti iyileştirecek olan,ıslah edip bir araya getirecek olan o yiğit aslında kadındır.Bu denli önemli bir mefkurenin oluşmasında rol oynayan  kişi kadın ise ,o halde kadına ait haklar her daim korunmalı,kadının iyi bir eğitim ve terbiye alması sağlanmalıdır.Çünkü iyi yetişen kadın,iyi yetiştirecektir.Onun iyi yetiştirdiği evlat ise,bu ülkenin geleceği olacaktır.O yetişen evlat bu vatanın her karışını koruyacaktır.
     Mehmet Kaplan,Ziya Gökalp'ın Kızıl Elma adlı şiirinin tahlilinde şu serzenişte bulunmuş ve yüreğimi sızlatmıştır:
"Bugünkü Türk kızları acaba onun bu şiirini biliyorlar mı?Onun bütün Türk kızlarına okutulması ve anlatılmasını isterdim."
Gerçekten de onun bütün Türk kızlarına anlatılması ve Türk kızlarının bu bilince kavuşması gereklidir.Bunun için de en temel eğitim ailede,bilhassa annede başlamalıdır.Bir kadın bir çocuk getirir dünyaya,çocuk annesinin ak sütünü damıtır yüreğine.Sonra bir gün bir bakmışsın yüreğinde damıttıkları artmış,bütün cihan olmuş.İşte o gün o çocuk, zavallı anacığını da alır ardına ve baş koyar ülkemin yoluna..."Kızıl Elma" yı saklandığı yerden çıkarır kim bilir...
     "Kızıl Elma yok mu?Şüphesiz vardır;
       Fakat onun semti başka diyardır..." O diyarda buluşabilmek ümidiyle...

7 Haziran 2020 Pazar

KIRIK GÖNÜLLERİN OZANI: ABDURRAHİM KARAKOÇ

                                           

                                                                        Sarı saçlarına deli gönlümü,
               Bağlamışım çözülmüyor Mihriban...
               Ayrılıktan zor belleme ölümü,
               Görmeyince sezilmiyor Mihriban...





   Bugün Abdurrahim Karakoç'un vefatının 8. yılı. 
   
   Bir Anadolu şairi olarak Anadolu insanının sevinçlerini, acılarını, aşklarını öylesine güzel dile getirdi ki Karakoç, daha nice 8 yıllar geçse bile sevenleri onu hiçbir zaman unutmayacak. 
1932 yılının Nisan ayında Kahramanmaraş'ın  Ekinözü ilçesinde dünyaya gözlerini açan Karakoç, dedesi, babası ve kardeşleri de şair olduğu için küçük yaşlarda şiire merak sardı. İlk yazdığı şiirleri iki kitap olacak hacimde iken beğenmeyip yaktı ve 1958 yılından itibaren yazdıklarını 'Hasan'a Mektuplar' ismi altında 1964 yılında yayımlandı. Karakoç küçük yaşlarda başladığı şiir yaşamını işte şöyle anlatıyor: 
"Ebedi kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine, 7 Nisan 1932'de dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle böyle geçti. Kıt imkanlara, kıtlık yıllarına rağmen hala o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, 'Özlenecek nesi var?' diyebilir ama ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç, şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim. Boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gitti."

İlkokuldan sonra öğrenimine devam edemeyen Karakoç, marangozluk ve çiftçilik yaptı. İleriki yıllarda Elbistan Belediyesi'nde muhasebecilik yaptı. Eserleri de ilk kez bu sıralarda Elbistan'da çıkan bir gazetede yayımlandı. 

Hasan'a Mektuplar'ın ardından bir dolu şiir de beraberinde geldi.
Bazı şiirleri dilden dile dolaştı. Mihriban, Bayramlar Bayram Ola, Tut Ellerimden, İsyanlı Sükut gibi şiirleri dillerde pelesenk oldu.



                LAMBADA TİTREYEN ALEV ÜŞÜYOR

 Ve her insan gibi onun da gönlüne düştü aşk ateşi... Sevdi, gönlüne düşen aşkı kelimelere dökmek onun harcıydı. Pek çoğumuz Mihriban deriz o kıza belki ama Mihriban bir semboldür. Sevdalı olduğu kızın adını Mihriban'ın arkasına saklamıştır Karakoç... Sevdasını öyle herkese duyurma derdi yoktu Karakoç'un, Mihriban bilse yeterdi, aşağıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere: 

"O bana mektup yazardı, ben ona yazamazdım. Elin kızının evine mektup mu gönderilir, ayıptır. Yaşadığı şehirde bir gazete çıkardı, ben o gazeteye şiirler yazardım. Herkes şiir diye okurdu ama Mihriban bilirdi ki kendineydi o mektuplar."

Mihriban şiirini 1960'ta yazdığını söyleyen Karakoç, bir açıklamasında şunları söylemişti:
"Bazıları 'Gerçek mi?' diyor. Gerçek, diyorum ama adı Mihriban değil. O gençliğimde yaşanmış bir aşktı. Ama şimdi adını deşifre etmem, ayıp olur. Benim takmış olduğum sembol bir isimdir Mihriban. Masa başında yazılmış, hayal bir aşk, bu tadı ve lezzeti vermez. Yaşayacaksın ki yazacaksın. O zamanlar elektrik yoktu. Lamba ışığı altında yazıyordum. Şiire başladığımda lambadaki alev titremeye başladı. 'Lambadaki alev üşüyor' çıktı...Bazen aklıma düşüyor. Ben unutursun diyorum ama, insan hiçbir zaman unutamıyor... "

 Bazı türküler ve şiirlerin öylesine yazılmış olabileceğini düşünüyoruz bazen. Ama ne sevdalar ne acılar ne feryatlar yatar o dizelerin ardında... Geçim sıkıntısı bir yandan, dönemin siyaseti bir yandan, gönle düşen sevda öte yandan... 8 yıl önce ebediyete göçse de şair, biz onu eserleriyle diri tutacağız... 
Dinlemek isteyenler için yazımın sonuna Abdurrahim Karakoç'un ağzından Mihriban şiirini bırakıyorum...Gönlünüze işlemesi temennisiyle...
https://www.youtube.com/watch?v=jTFVjfMOQzU

12 Şubat 2017 Pazar

KÜÇÜK PRENS ÖYKÜSÜNDEN DERS ÇIKARMAK İSTEYENLERE 11 MUAZZAM ALINTI




Küçük Prens'in başlı başına bir öğüt kitabı olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz öyle değil mi?O halde gelin hep birlikte bu öğütlerden pay çıkaralım kendimize ve bu öğütleri yaşamımıza uygulayalım ne dersiniz?7'den 77'ye herkes bilsin Küçük Prens'i,çocuklarımıza,torunlarımıza kadar ulaşsın bu biricik öğütler...Şuna inanıyorum ki bu dünyayı hassas yürekler kurtaracak,gelin bu hassas yüreklerde Küçük Prens çerağını yakalım.Bu bence en güzel devrim olacaktır...İşte ders çıkarılası o 11 alıntı ile Küçük Prens;


1.Yetişkinler sayılardan çok hoşlanır.Onlara yeni bir dostunuzdan söz ettiğinizde,size hiçbir zaman önemli şeyleri sormazlar.Hiçbir zaman,sesinin tonu nasıldır?Hangi oyunlardan hoşlanır?Kelebek koleksiyonu yapar mı?demezler.Size,Kaç yaşında?Kaç erkek kardeşi var?Kaç kilodur?Kaç para kazanıyor?diye sorarlar.Ancak o zaman,onu tanıdıklarını sanırlar.Eğer siz yetişkinlere"Pencerelerinde sardunyaları,damında güvercinleri olan,pembe tuğladan güzel bir ev gördüm..."derseniz,bu evi akıllarında canlandıramazlar.Onlara,"Yüz bin frank değerinde bir ev gördüm."demek gerekir.O zaman haykırırlar:"Aman,ne güzel ev!"



2."Bir gün,güneşin batışını kırk üç kez görmüştüm!"
Az sonra da şunları ekledin:
"Bilirsin...İnsan çok üzgünse,güneşin batışlarını çok sever..."
"Güneşin kırk üç kez battığı gün,çok üzgündün demek?"
Ama Küçük Prens bana yanıt vermedi.




3.Bir insan,milyonlarca yıldızın içinde yalnız bir tane olan bir çiçeği sevecek olursa,yıldızlara baktığında,mutlu olması için bu ona yeter.Kendi kendine,"Çiçeğim bir yerlerdedir..."diye düşünür.Ama koyun,çiçeği yerse,onun için,bütün yıldızlar sönmüş gibi olur!Bu da mı önemli değildir?



4.Kuşkusuz yetişkinler,inanmazlar size.Yeryüzünde çok fazla yer kapladıklarını düşünürler.Kendilerini boabab ağaçları kadar önemserler.Onlara hesap yapmalarını önerin bir kez.Rakamlara bayılır onlar,çok hoşlanırlar.Ama zamanınızı yitirmiş olursunuz bu işlemle.Bana güvenin.



5.Acaba yıldızlar,günün birinde herkes kendi yıldızını bulsun diye mi aydınlatılıyor?




6."İnsanlar nerede,insan biraz yalnız hissediyor çölde..."
"İnsanların arasında da yalnız kalır insan."dedi yılan.




7.Sen henüz benim gözümde,sana benzeyen yüz binlerce küçük çocuktan birisin yalnızca.Hem sana gereksinimim yok benim.Senin de bana gereksinimin yok.Ben senin gözünde,yüz binlerce tilkiden biriyim.Ama sen beni evcilleştirirsen,birbirimize gerekli oluruz.Benim için dünyada biricik olursun.Ben de senin için dünyada biricik olurum.




8."Örneğin,öğleden sonra saat dörtte gelirsen,saat üçten sonra mutlu olmaya başlarım.Saatler ilerledikçe,kendimi daha mutlu hissederim.Saat dört olunca,kımıldamaya başlar ve tasalanırım.Mutluluğun bedelini anlarım!Ama herhangi bir saatte gelirsen,yüreğimi hangi saatte hazırlayacağımı bilemem hiç.Tören gerek."



9.İnsan ancak yüreğiyle gerçeği görür.Göz hiçbir şeyin özünü göremez.




10.Çölü güzelleştiren şey,bir yerinde bir kuyunun gizlenmiş olmasıdır.




11.Geceleri gökyüzüne baktığın zaman,ben,bunlardan birinde güldüğüm için,sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek sana.Senin yıldızların,gülmeyi bilen yıldızlar olacak.

10 Şubat 2017 Cuma

CEMİL MERİÇ'İN DIŞ DÜNYAYA KAPALI,İÇ DÜNYAYA IŞIK SAÇAN GÖZLERİ

  
   Bir fikir işçisi Cemil Meriç,insanların kötülüklerinden dolayı kitaplara sığınmış,gözleri kapalı gönlü aydınlık bir fikir işçisi...
   Doğumu:12 Aralık 1916.Reyhanlı,Hatay
   1-7 yaş çocukluğu Antakya'da geçer.
   1923 senesinde Reyhanlı Rüştiyesi'nde okula başlar.
   1928'de Antakya'ya gider ve Antakya Sultanisi'nde ortaokula başlar.
   1933 senesi ise onun için bir düş kırıklığı olacaktır.Çalışkan bir öğrenci olmasına rağmen cebirden ikmale yani bütünlemeye kalmıştır.Sebebi ise gözlerinin zayıf olması ve tahtayı iyi görememesidir.Daha sonra gözlerinin 6 derece miyop olduğu anlaşılır.
   Daha sonra Hatay Lisesi'ni bitirir ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü kazanır.
   Öğrenimini tamamlayamadan tekrar Hatay'a dönen Meriç,bir süre ilkokul öğretmenliği ve tercüme kaleminde reis muavinliği yapar.Daha sonra da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı 
bölümünü bitirir.
   Elazığ Lisesi'nde iki yıl Fransızca öğretmenliği yapar.
   1943 'te Elazığ Askeri Hastanesi'nce düzenlenen bir kurul raporuna göre,her iki gözündeki yüksek ve müterakki miyop askerlik yapmasına engeldir,askerlikten muaf tutulur.
   Gözlerinin hassasiyeti giderek artan Meriç,1955 senesinde o korkunç buhranı yaşayacak,gözleri artık bu dünyayı göremeyecek ve görme yetisini kaybedecektir...

   Bakın Meriç o sancılı zamanları nasıl anlatıyor:
    "...Tam istikbale kavuşacağımı umduğum anda gözlerimi kaybettim."(Jurnal,21.7.1965)
 
    "Bazen bir kuyuya benziyor hayat;kör,pis,zehirli bir kuyuya.Boğuluyorum,ölüme koşacak mecalim kalmıyor,kimseyi görmüyor gözüm.Sevdiklerim yabancılaşıyor.Kitaplar tuğla oluveriyor birden.Dostlarımın sesini tanımıyorum.Varlığım bir tele asılıyor.Bir kabus bu,bir hastalık.Gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm...İstediğini yapamamak,sakatlığımdan doğan bir aciz...Acıları dev aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var...Aczime tahammül edemiyorum...Bugün işimden kovulabilirim.Ve hiçbir iş yapamam.Bu,hayatımın perde arkasındaki ardı arkası kesilmeyen uğultu."(Jurnal,25.3.1963)
    Bu kainatın her ayrıntısını gözlemleyebileceği o mükemmel uzuv artık görevini yerine getiremiyordur.Aynı yıl,yaz ayları boyunca İstanbul Cerrahpaşa Hastanesi'nde yatar,birkaç başarısız göz ameliyatı geçirir,bir gözünde retina tabakası çatlamıştır,diğerine katarakt sonucu perde inmiştir.Ameliyata yurt dışında devam edilmesinin uygun olacağı sonucuna varılır.
Bu kez çareyi yurt dışındaki doktorlarda aramaya başlar Meriç.
  21 Ocak, Denizyolları'nın Tarsus vapuruyla tek başına İstanbul'dan Marsilya'ya ,oradan da trenle Paris'e gider.Fakülte tarafından 'tetkikatta bulunmak üzere'Avrupa'ya seyahate gönderiliyor kabul edilerek,yola çıkabilmişse de amaç Paris'te ünlü Kenzven Hastanesi'nde ameliyat olabilmektedir.Ocak sonuyla Temmuz ayı arasında birçok ameliyat geçirir,fakat gözdeki yüksek tansiyon ve kanama yüzünden son ameliyatlar yapılamaz,yurda dönmek mecburiyetinde kalır.Bir daha ameliyat olmayacak ve artık hayatının sonuna kadar göremeyecektir.
Gelin Paris macerasını onun ağzından dinleyelim:
  "20 Ocak 1955...Bir elinde bavul,bir elinde baston.Bavulunda acıları,korkuları,ümitsizlikleri,bavulunda mazisi.Ve tek desteği Mahmutpaşa'dan iki buçuk lira mukabilinde alınan baston.Bir adam,bir vapurun ambar merdivenlerinden inmektedir.'Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan',gemi meçhule değil,belde-i nura gidiyor.Sonra rüyaya benzeyen günler.Manasız ve manalı.Çirkin ve korkunç.Sonra bilmem kaç ay Paris.Kenzven geceleri.Kenzven'de her gün gecedir.Istırabı nükte ile yenmeye çalışan bir aciz.Paris,okuduğum romanların en tatsızı,en namussuzu,en kahpesi."(Jurnal,2.1.1970)

  Yaşadıkları ona çok ağır gelmiştir.Bu sebepten dolayı bir süre bunalıma giren Meriç,çevresindekilerin yardımıyla yeniden  okuyup yazmaya başlar.Aslında Cemil Meriç'in asıl vurucu ve inanılmaz tarafı şu ki,en üretken çağı görme yetisini kaybettikten sonra başlar.İlk başlarda Avrupa'yı inceleyen ve sosyalizmi savunan Meriç,Hint Edebiyatı ile karşılaşır ve yavaş yavaş yüzünü Doğu'ya çevirmeye başlar.Doğu medeniyetlerine karşı olan eleştirileri yıkmaya çalışır.
   Tarihten sosyolojiye,felsefeden edebiyata kadar çok geniş bir alanı kucaklayan eserlerinde Batı ve Şark kültürünü çok iyi analiz etmiş bir aydın olarak özgün düşünceleriyle dikkat çekmiştir.

   13 Haziran 1987'de hayata 'gerçek' manada gözlerini yummuştur.Yaşarken yumduğu gözleri ise ilk başlarda onu bunalımlara sokmuş olsa da o zaman dilimlerinde kendini daha çok çalışmaya vermesi,ve ideolojisinin değişmesi açısından ona büyük bir katkı sağlamıştır.Azmin ve çalışkanlığın illa ki elle tutulabilir şeylerle olmayacağının,insanın isterse büyük şeyler başarabileğinin bir kanıtı Cemil Meriç...İyi ki geçmiş bu dünyadan...



7 Şubat 2017 Salı

KUŞLARIN İLHAM VERDİĞİ ŞİİRLER


  Şüphesiz bir çoğumuzun,şiir deyince aklına göklerin o müthiş sakinleri olan kuşlar geliyor.O narin varlıkların göklerde süzülüşü gönlümüzde derin  duygular doğuruyor,düşüncelerimiz göğün o zarif sakinleri sayesinde aydınlanıp,yüreklerimiz kabarıyor.Bu sebepten dolayı şairlerimiz kuşlardan ilham alıp,sayısız  kuşlu şiir sığdırmışlardır diğer şiirlerinin arasına...İşte kuşlardan ilham alan şairlerimizin şiirlerinden birkaç alıntı;

   1.Kanadı kırık kuş merhamet ister
     Ah,senin yüzünden kana batacak
     Mona Roza,siyah güller ak güller


     Sezai Karakoç/Mona Roza



2.Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilan
Kuşlar mıdır,onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler

Ahmet Haşim/Bir Günün Sonunda Arzu


3.Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
Niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
Niye kimseler izin vermez yollarına kuş konmasına
Öyle güzelsin ki,kuş koysunlar yoluna,bir çocuk demiş.

Nilgün Marmara/Kuş Koysunlar Yoluna


4.Kuşlara takılıp gidiyor aklım
Her gün kaçıyorum
Yoksa gülüşün.

Abdurrahman Cahit Zarifoğlu/Ve Tek Kare Bir Film


5.Yüreğinden beyaz kuşlar uçardı yüreğime.

Haydar Ergülen/Söylence


6.Samimi olmak en güzel keramettir,bırakın uçmak kuşlara münhasır olsun.

Ah Muhsin Ünlü


7.Ah,beni vursalar bir kuş yerine!

Sezai Karakoç/Mona Roza


8.Bir yastık arıyorum kuş seslerinden,mühim değil sonrası...

İbrahim Tenekeci/Ulu Orta