31 Ocak 2017 Salı

KOPAR GONCALARI HENÜZ VAKİT VARKEN BUGÜN



   Ölü Ozanlar Derneği filmini izlemeyen var mı?İzlemediyseniz en kısa zamanda izleyin ve bir filmin hayatınızı nasıl değiştirebileceğine şahit olun.
   Film,1989 yapımı Peter Weir'in yönetmenliğini yaptığı ve aslında Nancy H.Kleinbaum'un aynı adlı kitabından beyaz perdeye uyarlanan bir yapıttır.En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü'nü alması da kaçınılmaz olmuştur.Gelelim filmin asıl vurucu ve ilgi çekici noktalarına;
   Welton Akademisi katı disiplin kurallarıyla eğitim yapan bir okuldur.Öğrenciler disiplinli ve sert öğretmenler görmeye alışmışken hayatlarında çok değişik bir olay meydana gelir.John Keating adında idealist ve dersi yaşayarak öğretmeyi bir hayat felsefesi haline getirmiş bir öğretmen gelir okula.Edebiyat ve sanatı daha önce öğretilmeyen bir şekilde öğrencilere sunar ve ezbere dayalı öğretimi yıkmaya çalışır.Ders kitaplarındaki abartılı ve can sıkıcı anlatımları bir kenara koyarak hayatın içinden kesitler sunmaya çalışır.
  Öğrencilerin hayata farklı bir bakış açısıyla bakmasını sağlamak amacıyla bir gün sınıfa gelip masanın üzerine çıkar.İlk başta öğrenciler neye uğradıklarını şaşırmış bir vaziyette Keating'e bakarlar.Sonra bütün öğrencileri sırayla kendi masasının üzerine çıkartır ve şöyle der:
  "Hayata sadece kendi bakış açınızdan bakmayın.Eğer tepeden bakarsanız sizden farklı olan insanların hayatlarına da dokunabilirsiniz." İşte bu söz o öğrenciler de dahil olmak üzere beni o kadar etkiledi ki benim de eğitim sistemini sorgulamama sebep oldu.Keşke böyle öğretmenlerin sayısı çoğalsa,keşke hayatımızla eğitimimizi bağdaştırabilsek dedim içimden...

   Bir başka dersinde ise Keating bir öğrencisinden kitaptaki bir şiiri okumasını ister.Şiir aynen şöyledir:
"Kopar goncaları henüz vakit varken bugün,
 Anlamazsın zaman nasıl kanatlanır,uçar gider
 O gonca sana gülücükler saçarken bugün,
 Gelince yarın,sararır solar,boynunu büker..."
   Bu şiir ne anlatır diye sorar öğrencilere.Aslında şiirin ne anlattığı gayet ortadadır.Latince adıyla bu düşünceye "Carpe Diem" denir,yani anı yaşa,vakit varken,henüz imkan da varken yapacaklarını erteleme...Bu,şu demek değil;geçmişi unut,geleceği planlama,nasıl rastgeliyorsa öyle yaşa...Asla bu demek değil.Buradaki ince çizgiye dikkat etmeliyiz.Çünkü bu hayatta her şeyi erteliyoruz.Yarın yaparız diyoruz,yarın geliyor ertesi güne devrediyoruz.Ya da geçmişle boğuşurken şu anı unutuyor ve yaşadığımız anın tadını ve keyfini çıkaramıyoruz.İşte bunun için ;KOPAR GONCALARI HENÜZ VAKİT VARKEN BUGÜN

   Fakat Keating'in bu tutumu okul idaresini rahatsız etmeye başlamıştır ve idare Keating'i okuldan uzaklaştırma kararı almıştır.Hocalarının okuldan gitmesine tepki gösteren ve çok üzülen öğrenciler ise son sahnede izleyenleri derin hüzne boğar.Keating'in onlara öğrettiği gibi ,öğrencilerin hepsi hocaları sınıftan çıkarken teker teker sıraların üzerine çıkıp ona elveda derler ve bu şekilde okul idaresine farklı bir bakış açısında olduklarını öğretmiş olurlar.

Son olarak,filmi kesinlikle izlemenizi tavsiye ederken,istiyorum ki biz de hayata farklı açılardan bakabilelim,biz bakarken,bakmayı da öğretelim.Hayal edelim,hayallerimizin gerçekleşmesinin imkansız olmadığını görelim,yalnızca isteyelim bu yeter...Keating gibi öğretmenlerin çoğalması ve öğrencilere umut ışığı olması ümidiyle...
 

26 Ocak 2017 Perşembe

KÜÇÜK PRENS'İN GEZEGENİ ASTEROİD B-612 ÜZERİNE


  Küçük Prens,1943 yılında Fransız yazar Antonie de Saint-Exupery tarafından yazılmış bir öykü kitabıdır.Dışından bakıldığında resimli bir çocuk kitabı gibi duran Küçük Prens,aslında büyüklerin okuması gereken,yetişkinlerin bu hayatı çok yanlış anlayıp,hayatı sadece maddi yönden gören insanlar haline geldiğini anlatan ve okunanlardan ibret alındığında hayat felsefesi haline gelebilecek bir kitap.Şahsen benim açımdan öyle oldu.Kitabı ilk defa ilkokuldayken okumuştum.Bir küçük prens varmış,neredeyse boyu kadar bir gezegende yaşarmış.Günün birinde gezegeninden ayrılmış ve dünyaya düşmüş,burada pilot ile dost olmuş.Küçük bir çocuk olarak bundan daha fazlasını anlayamamıştım.Kitap,lise yıllarımda tekrar geçti elime.Bu kez okuduğumda bana bambaşka bir hayatın,bambaşka bir düşünce tarzının kapılarını araladı.Okuduklarım öyle sıradan şeyler değildi,bir çocuk kitabı hiç değildi,hayatın ta kendisiydi.
  EN İYİ YÜREĞİYLE GÖREBİLİR İNSAN,GÖZLER ASIL GÖRÜLMESİ GEREKENİ GÖREMEZ:Tilki'nin öğüdüydü bu,Küçük Prensime.Sanki o öğüt banaydı,sanki ben ayrılmıştım gezegenimden,sanki bendim gülünden ayrı düşen.Böyle böyle içime sindirdim hikayenin her köşesini ve bu hikaye benim hayat felsefem haline geldi.
   Biliyorsunuz ki hikayede bir pilotun uçağı arızalanıyor ve Sahra Çölü'nde mahsur kalıyor.Gerçekten de Saint-Exupery'nin uçağı 35 yaşındayken  arıza yapıyor ve Tunus'ta çöle zorunlu iniş yapmak zorunda kalıyor,kayboluyor.4 günlük zorlu çöl macerası ardından bir Bedevi tarafından bulunuyor.Bu bilgileri öğrendikten sonra bu hikayenin gerçek olma olasılığı bende arttı.Acaba Exupery 4 günlük çöl macerası sırasında gerçekten biriyle karşılaştı mı ve o 'biri' Exupery'yi gerçekten etkiledi mi?Sonra hikayenin son sayfalarına takılıyor gözüm:
 "Şu anda aradan elbette 6 yıl geçti.Bu öyküyü kimseye anlatmadım.Görüştüğüm arkadaşlarım beni canlı gördüklerine çok sevindiler.Çok üzgündüm aslında ama onlara,yorgunum ondan,diyordum."
  Sonra Küçük Prens'in gezegeni geliyor aklıma:Asteroid B-612
Yazar Asteroid B-612 gezegeninin 1919 yılında bir Türk gökbilimcisi tarafından teleskopla görüldüğünü,buluşunu Uluslararası Astronomi Kongresi'nde açıkladığını fakat kılığı yüzünden kimsenin ona inanmadığını söylüyor .Ardından bir Türk önderinin kılık kıyafet yasasını getirmesiyle bu gökbilimci 1920 yılında,bu kez şık giysiler içinde sunumunu yapınca bu kez herkes ona inanıyor.(Burada bir parantez açalım:Kılık kıyafet yasası 1934'te ilan edildi fakat yazar 1920 yılında gökbilimcinin sunumunu yaptığını söylüyor.Lider olarak kastettiği ise Atatürk olarak görünüyor fakat bu sadece bir kurgu da olabilir.) Bu kez başladım Asteroid B-612 diye bir gezegenin gerçekten var olup olmadığını araştırmaya.Bir yanım evet bu gezegen var ve evet burada yaşıyor Küçük Prens diyor,diğer yanım ise çok saçma düşünceler içinde olduğumu söylüyor.Evet bugüne kadar bir çok asteroid keşfedilmiş fakat hiç birinin adı da B-612 değil...Sonra bir gün bir bilgiye denk geldim.1993 yılında 2 kilometre çapında bir asteroid,Japon amatör gökbilimciler Kin Endate ve Kazuro Watanebe tarafından Japonya'daki Kitami Gözlemevi'nde keşfediliyor.Küçük Prens'in yaşadığı gezegenin adı bu gezegene veriliyor.46610 sayılı bu gezegenin ise asıl büyüsü şu ki;46610 sayısı bilgisayarcıların sıkça kullandığı 16'lık sayı sisteminde B-612'ye denk geliyor.
Bu bilgiyi öğrendikten sonra içime su serpiliyor sanki.Tamam gerçekten bu gezegen var mı bilemeyiz fakat en azından bu gezegenin ismini taşıyan bir gezegen olduğunu biliyoruz artık.Ve yukarılarda bir yerlerden bizi izliyor,bize ışık saçıyor, Küçük Prens'in masumiyetini bize aksediyor ve şu sözlerini hatırlatarak içimize su serpiyor:
"Geceleri gökyüzüne baktığın zaman,ben bunlardan birinde oturduğum için,bunlardan birinde güldüğüm için,sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek sana"
Bu yazıyı okuduktan sonra yukarı bak sevgili okuyucum,bak ve aklınla değil,yüreğinle hisset...

24 Ocak 2017 Salı

BİR KARAKTER ANALİZİ:ZARİFOĞLU




"Seçkin bir kimse değilim
 İsmimin baş harfleri acz tutuyor
 Bağışlamanı dilerim"


  Bu satırları yazan samimiyetin kokusu ta ciğerime kadar işliyor doğrusu.Hakk'a öyle güzel teslim oluyor ve bunu şiire öyle güzel aksediyor ki Zarifoğlu,her şiirinde ayrı bir teslimiyet hissediyorum.Peki kimdir Abdurrahman Cahit Zarifoğlu?
 1940'da Ankara'da doğdu.Fakat babasının hakim olmasından dolayı bir çok yerde ikamet eden Zarifoğlu,Siverek'te başladığı ilkokulu,Maraş ve Ankara'da bitirmiştir.Aslen Maraşlıdır.
 Edebiyata lise yıllarında şiir ve kompozisyonlar yazarak başlamış,Rasim Özdenören,Erdem Bayezıt,Alaeddin Özdenören ile aynı sıralarda okumuşlardır.Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatını bitirmiştir.Öğrenciliği sırasında muhtelif gazetelerde sayfa sekreteri olarak çalışmıştır.Üstad Sezai Karakoç'un yayımladığı Edebiyat dergisinde yazmış,1976'dan sonra ise Mavera dergisinde şiirlerini,hikayelerini,senaryo çalışmalarını ve günlüklerini yayımlamıştır.
Gelelim benim Zarifoğlu'nu tanıma ve sevme hikayeme.Lise son sınıf öğrencisiyim ve üniversiteye hazırlanıyorum.Trt 1'de yeni bir dizi başlamış:Yedi Güzel Adam.Bu yedi güzel adamın kim olduğu konusunda hiçbir fikrim yok,hiçbirini tanımıyorum fakat bana bir o kadar da yakınlar.Şiirler ruhuma işliyor,edilen her kelam bana tanıdık sanki ezel meclisinden.Böyle böyle sevmeye başladım bu güzel adamları,en çok da zarif olanını.Aradan neredeyse 4 yıl geçmiş ve ben onları her geçen gün daha çok seviyor,daha çok saygı duyuyor,şiirlerini zihnimde işliyorum.
Şimdi Yedi Güzel Adam dizisinden Cahit ve Zehra(sevdiği kız)arasında geçen bir konuşmayı aktarmak istiyorum sizlere:
KIZLARA DEĞİL,BUZLARA YAZIYORUM
-Biraz yürüyelim mi?
-Sen de şiir yazıyorsun değil mi?Sen hangi kıza şiir yazıyorsun?
-Ben kızlara değil,buzlara yazıyorum.
-Nasıl yani?
-Ben buz dağının şiirlerini yazıyorum.
-Buz dağının mı?
-Evet,herkes buz dağının görünen kısmının şiirlerini yazar ya,ben görünmeyen kısmının şiirlerini yazmaya çalışıyorum.
İşte zarif adam,işte zarif şair,soyadını sonuna kadar hak eden,baş harflerinin acziyetini yüreklerde titrettiren bir şair.Daha ne söylenebilir ki...
Bir Zarifoğlu şiiriyle sizlere veda ederken,ilk yazımı da böylece sona erdirmiş oluyorum.Bir hatam olduysa affola,şiirle kalın...

"Bu insanlar dev midir
Yatak görmemiş gövde midir

Bir yara açar boyunlarında
Kolkola durup bağırdıklarında

-Yar kurbanın olam
Dağlar önüme durmuş
Ki dağlanam"